Ramazan’ın kazandırdığı çok büyük nimetler sebebiyle onun bütün günleri de bir bayramdır. Elbette çok sevaplı, mukaddes bir bayramda bir derece heveslerimizle, aşırı isteklerimizle meşgul olmaktan insanları uzaklaştırmak için, oruç tutması istenecek. Ve o orucun en mükemmeli ise, midemizin yanında, gözümüze, kulağımıza, kalbimize, hayal ve fikir gibi bütün insani duyularımıza dahi, sanki Rabbimizin huzurunda, yanındaymış gibi bir nevi oruç tutturmaktır. Yani, haramlardan, lüzumsuz şeylerden elimizi çekmek ve her cihazımızla yüksek bir kulluk yapmaya çalışmaktır. Meselâ, dilini yalandan, gıybetten ve pis, ahlaksız tabirlerden ayırmakla ona oruç tutturmak ve o lisanı, Kur'ân Okumayla ve zikir ve tesbih ve salâvat ve istiğfar, tövbe gibi şeylerle meşgul etmek; meselâ gözümüzü haramlara bakmaktan ve kulağımızı fena şeyleri işitmekten menedip, gözünü ibrete ve kulağını hak söz ve Kur'ân dinlemeye sarf etmek gibi, diğer organlarımıza da bir nevi oruç tutturmaktır. Zaten mide en büyük bir fabrika olduğu için, oruçla onu çalıştırmaz isek, başka küçük tezgâhlar kolayca ona uyabilirler.
Ramazan-ı Şerif, insanın şahsi hayatına da bakar.
Oruç, insana maddî ve mânevî çok mühim bir ilaçtır. Ve tıbben bir perhizdir ki, insanın NEFSİ yemek, içmek hususunda canı istediği gibi, ölçüsüz, başıbozuk bir tarzda hareket ettikçe, hem şahsın maddî hayatına tıbben zarar verdiği gibi, hem helâl-haram demeyip rast gelen şeye saldırmak sebebiyle, adeta mânevî hayatını da zehirler. Daha kalbe ve ruha, itaat etmek, o nefse güç gelir, serserice dizginini eline alır. Daha insan ona binemez; o insana biner.
Ramazan-ı Şerifte, oruç vasıtasıyla bir nevi perhize alışır, gelip geçici şeylerden bir süre olsun uzaklaşarak sabra, kanaate, ilim ve ibadetle meşgul olmaya, ruh ve kalbini de doyurmaya çalışır ve emir dinlemeyi öğrenir. Biçare zayıf mideye de hazımdan evvel yemek yemek üzerine doldurmakla hastalıkları çağırmaz. Ve emir vasıtasıyla helâli bile terk ettiğinden, haramdan çekinmek için Dinden, Yaratıcıdan gelen emri dinlemeye kabiliyet kazanır. Manevi hayatı bozmamaya, kuvvetlendirmeye çalışır.
Hem insanların pek çoğu, çok defa aç kalabilir. Sabır ve tahammül için bir idmana, sabretmeye, kanaat etmeye, akılla birlikte kalbi de çalıştırmaya muhtaçtır. Ramazan-ı Şerifteki oruç, on beş saat, sahursuz ise yirmi dört saat devam eden bir açlık süresine sabır ve tahammül etmek kalp, ruh ve akıl için ciddi bir idmandır. Demek, beşerin musibetini, sıkıntılarını ikileştiren sabırsızlığın ve tahammülsüzlüğün bir ilâcı da oruçtur.
Hem o mide fabrikasının çok hademeleri var. Hem onunla alâkadar insanların çok aletleri, duyguları var. Nefis, eğer geçici olarak, bir ayın gündüz zamanında işlerini tatil etmezse, adeta Rehabilitasyona girmezse fabrikanın hademelerinin ve o cihazların özel ibadetlerini onlara unutturur, kendiyle meşgul eder, tahakkümü altında bırakır. O diğer insani cihazlar da o manevi fabrika çarklarının gürültüsü ve dumanlarıyla karmaşık, bulanık bir hale gelir. Nazar-ı dikkatlerini daima kendilerine çeker. Ulvî vazifelerini unutturur. Ondandır ki, eskiden beri çok ehl-i velâyet, kemale ermek, ulvileşmek için riyazete, az yemek ve içmeye kendilerini alıştırmışlar.
Fakat Ramazan-ı Şerif orucuyla o fabrikanın hademeleri anlarlar ki, sırf o fabrika için yaratılmamışlar. Ve diğer cihazlar, o fabrikanın basit, adi eğlencelerine bedel, Ramazan-ı Şerifte melekler gibi ruhanî eğlencelerde lezzet alırlar, nazarlarını o kalp ve ruhun ihtiyaçlarına dikerler. Onun içindir ki, Ramazan-ı Şerifte mü'minler derecelerine göre ayrı ayrı nurlara, feyizlere, manevi sürurlara, lezzetlere ulaşıyorlar... Kalp ve ruh, akıl, sır gibi latifelerin, hislerin o mübarek ayda oruç vasıtasıyla çok terakki etmeleri, feyz alıp lezzetlere ulaşması söz konusudur. Midenin ağlamasına rağmen, onlar masumane gülüyorlar.
Oruç Nefsin Terbiyesinde çok tesirlidir.
Orucun, doğrudan doğruya nefsin hayalî Rablık(!), terbiyecilik iddiasını kırmak, acizliğini göstermekle kulluğunu bildirmek yönünde büyük faydası vardır. Nefis, Rabbiini tanımak istemiyor; Firavun gibi kendi rububiyet, terbiyecilik, Rablık(!) istiyor. Ne kadar azaplar çektirilse, o damar onda kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır. İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, doğrudan doğruya nefsin Firavunluk cephesine darbe vurur, kırar. Aczini, zaafını, fakrını gösterir, Rab(!) değil, KUL olduğunu bildirir.
Bir Hadiste Peygamberimiz şöyle anlatıyor: “Cenâb-ı Hak nefse demiş ki: "Ben neyim, sen nesin?" Nefis demiş: "Ben benim, Sen sensin." Azap vermiş, Cehenneme atmış, yine sormuş. Yine demiş: " Ben benim, Sen sensin." Hangi nevi azabı vermiş, enâniyetten, gururdan vazgeçmemiş. Sonra açlıkla azap vermiş. Yani AÇ bırakmış. Yine sormuş: " Ben neyim, sen nesin?" Dizlerinin dermanı açlıkla kesilen Nefis demiş "Sen benim Rabb-i Rahîmimsin! Ben senin âciz bir kulunum! (El-Havbevî, Dürretüt'l-Vâizîn, s. 11)