“Varlıklar içinde dilleriyle hissiyatını, düşüncelerini sarih olarak ifade edenler kimdir?” denirse, herkes “insanlar” der. İlk konuşma zamanından itibaren, büyüklerimiz bizi düzgün konuşmak ve söylenenlerin doğru anlaşılması için yönlendirir, yardımcı olur.
Bu iş daha sonra eğitim kurumlarına bırakılır. Çevre de buna bütün ağırlığıyla dâhil olur. Bütün sınıflarda ve daha sonraki branşlaşmalarda da sonuç değişmez. Türkçe, Edebiyat, Güzel Konuşma ve Yazma, ağırlığını hayatımızda hiç kaybetmez. Zaten bizi hayvanlardan ayıran da bilhassa bu konuşmamız değil midir?
Ancak zamanla tarih, olayların üstüne tozlar atıyor olacak ki her şeyin gerçeği örtülüyor, gizleniyor, siliniyor, belki de yok oluyor. Başka manalara bulaşıp, hatta manasını yitiriyor.
Sünnet deyince de aklımıza küçük evlatlarımızın bir yerlerinin kesilmesi geliyor! Veya en idrakli gördüklerimiz, Peygamberimiz (sav) gibi sakal bırakmak, uzun bir pardösü gibi cübbe giymek, sarık sarmak vb birkaç davranışı bize anlatılıyor! Belki biraz kitap karıştıranlar, mahir hoca efendileri dinleyenler ilgileri nispetinde bu konuda derinleşiyorlardır. Ama maalesef genel kanaat, sünnet manasında zayıf bir birikime sahip oluşumuzdur.
Rabbimizi tarif eden üç külli muarriften bahseder Bediüzzaman Hazretleri. Birisi Kâinat Kitabıdır. “Ben gizli bir hazineydim bilinmek, sevilmek istedim…” mealindeki bir Kutsî Hadisle bize bunu bildirir, kâinatı da bu gayeyle mucize varlıklarla doldurarak bir kitap gibi önümüze sermiştir. Kutsî kitabı Kur’an-ı Kerim’le de İslam’ın saadet prensiplerini ortaya koyarken; dininin bütününü en üst seviyede yaşayarak, ahlak ve fiiliyatıyla ortaya koyan insanlığın en büyük rehberi olarak da Peygamberimiz ASM’ı göndermiştir.
O’nun her şeyi, kıyafetinden, fikirlerine, hizmet usulünden şahsi ve sosyal hayata ait ortaya koyduklarının tamamı, Kur’an’la örtüşen her hali, Sünnet-i Seniyyesidir. Çocukların sünnet edilmesi ve cüppe, sarık, sakal gibi meselelerle asla sınırlandırılamaz. O güzel şeylerle birlikte sünnet, bütün hayatı kapsar, ahlakımıza hislerimize kadar sirayet etmesi gereken manalar bütünüdür o. Ahirzamanda bu sünnetleri yapanlar, önemine binaen yüz şehit sevabı ile müjdelenmiştir.
Sünnetlerin, her birisinin arkasında tıbbi, şahsî ve sosyal vb. pek çok ilmî maslahatlar, hikmetler sayılıp anlatılabilirse de önemli olan, Rahman ve Rahim olan Rabbimizin emrine bağlı olarak O Resule ASM, güvenip, sevip uyulması; iki cihan saadetine taşıyan kulluğun kabullenip yaşanmasıdır! Başka ve çok daha ihatalı anlatılması gereken bir önemli konu olarak sünneti başka bir zamana bırakarak konumuza dönelim.
Sünnet manasındaki eksiklik, aşure konusunda da devam eder. Burada da ciddi bir mana erozyonu, kayması söz konusudur. Türkçe, Edebiyat dersleri ve mantık adeta boşa gitmişçesine nefisler, akıllar hâle teslim olmuştur. Memleketim Kula’da bir aşure günü konuşmacı olarak katıldığım sünnet merasiminde nasıl bir sünnet(!) ise anlamadığım, gençlerin ayakta duramayacak kadar aşırı ve yanlış eğlenme araçları, şerbetleriyle(!) perişan halinden kaçıp sığındığımız bir evin hayatında (Etrafı açık büyük balkon) bu sefer de sünnet ve aşure manalarını anlatmak zarureti hâsıl oldu. Sünneti yukarıdaki temel mana ve mütemmimi pek çok incelik ve önemiyle bildiğimiz kadar ortaya koyarken, aşureyi anlatmak biraz hadiseli geçti.
İleri yaştaki bir dede “Eski ayların bir gününde, peygamber de öyle yaptığından, tatlı, tuzlu, değişik yiyeceklerin karışımından bu tatlıyı yapar, fakir zengin komşularımızla yeriz, dağıtır yediririz, başka ne manası olabilir ki“ deyip adeta bütün cehliyle rest çekiverdi.
Nuh As’ın büyük bir gayretle iman ve o günkü İslam için tebliğlerine kayıtsız kalan kavmi ve ailesinden bazı yakınları onu alaya almış, Rabbimizi tanımamakta ısrar etmişler. Allah’a inanmayıp, semaya adeta hırlayanlara, bir seviyeye kadar sabreden Musa as. Rabbinin emriyle inanan müminleri ve yeterli miktardaki hayvanları yaptığı gemisine almıştır. Gemiyi hafife alıp gülen, belki o coğrafyadaki bütün asi insanlar, belki bütün arzın insanları; fırtınalar, yer ve semadan fışkıran sularla adeta fırtınalı okyanuslara dönen o müthiş zeminde, kaçtıkları dağlarda da kurtulamamış, sulara gark edilerek ölmüşlerdir. Daha sonra sular çekilmeye başlayınca, bir sahile çıkma gayretine giren Nuh AS. ve müminler, son gün ellerinde kalan acı tatlı her şeyi bir araya getirip mecburen aşure denen yiyeceği üretmişlerdir.
Dil, edebiyat ve dahi dinî bilgilere göre, bizim bu dehşetli ve ibretli hadiseyi şöyle algılamamız gerekmektedir. Doğrusu da budur.
Rabbimiz, ellerine mucizeler de vererek 124.000 peygamber göndererek, bize dinin teklif ettiği saadetli hayatı anlatmıştır. Bu peygamberlerin 30 civarındakinin isimleri kitaplarda kayıtlıdır. Bu yetmemiş, 124 milyon da Evliya, Asfiya, Muhakkikin, ellerinde kerametleriyle bizlere lütfedilmiştir. İşte bunlardan Nuh AS’ın getirdiği dine uyarak, iyi insan olmayan, O Rabbe inanmayan, bütün çabalara rağmen isyan eden Nuh kavmi, yer ile yeksan edilmiş, her tarafından sular fışkıran, sular yağan bir coğrafyada, sulara gark edilerek yok olmuş, büyük cezaya çarptırılmışlardır.
Esasen, ahlaken dejenere olarak çok büyük isyanlara cüret eden AD ve SEMUD kavimlerinde de bu cezalandırma çok şiddetle olmuş, o kavimler de helak edilmişlerdir. Bizim AŞURE için. Tarihi ve dini ve aklî bu delillere bakıp ”Tatlı-tuzlu komşularla yediğimiz bir ikramdır” diye değerlendirmemiz çok eksik ve yanlış bir sonuç olur.
Aşure günü bize: ”124 bin peygamber ve mucizeleriyle; O’nun sergi salonu gibi mucize eserlerleriyle dolu kâinat sergisindeki şahane varlıklarla anlatılan Rabbimizi tanımayanların, iyi insan olamayanların,O’na isyanla karşı gelenlerin SONU hem dünyada, hem ahirette çok kötü olacaktır…” ...diye, yüksek sesle, asırlardır bağırmaktadır. Tebliğ vazifesini yapmaktadır. Hem pek çok Peygamberin hayatlarındaki önemli meselelerle bu günde sevindirildiği de bu manaya eklenirse aşurenin önemini bu şekilde hatırlamak daha da önem kazanır. Milli ve dini bayramlardaki gibi dikkatle düşünmek, dinin iki cihana da hitap eden saadet prensibi manalarına önem vermek, kolay olan insanca yaşayışa davette bu aşure gününü de bu şuurla değerlendirmek, isyan etmekten ciddi korkmak, tarihten, peygamberlerden önemli dersler çıkarmak, çok daha doğru olmaz mı?
İyi insan olamaz, Rabbimizi dinlemez isek, başımız büyük dertlere girecektir! Bu kadar üstün vasıflarla yaratılmamıza, bu kadar rehberlerle bize saadetin yolu anlatılmasına rağmen O’nu tanımaz, yaşama tarzımızla isyan edersek, Rabbimiz geçmişte olduğu gibi arzımızı yüzümüze çarpabilir. Sadece dünyada değil ebedi hayatta da cezamız sürebilir. Çok nimetlerden mahrum olabiliriz.
Hem her şeyin yaratıcısı, nimetleri veren de O’dur. Ondan başka kimse bize medet veremez. Tarih bunların örnekleriyle doludur. Kâinat bu manayı asırlardır ortaya koymaktadır. Her Muharrem ayı geldiğinde, Aşure dağıtılırken, aşure yerken bu önemli ve ibretli dersi hatırlamak bizim menfaatimizedir.