Cengiz Yeziz
Köşe Yazarı
Cengiz Yeziz
 

ÜÇ KÖYLÜ KADIN

“Köylü Milletin Efendisidir” mi acaba? Ah be koca Mustafa Kemal Paşa! Keşke köylüye kıymet verip bu kadar yükseklere çıkarmasaydın, oradan öyle bir ittiler ki; param parça oldu köylümüz. Sen yokken daha neler oldu neler: birileri senin adını kullanıp çağdaşlıkla kandırdı bizi, birileri sana dinsiz deyip çaldılar ekmeğimizi. Haa bir de suya sabuna dokunmayanlar vardı, onlarda nerde bir beleş sofra görse, çöküp yediler hepsini. *** Bir zamanlar altın değerinde bir Manisa ovamız vardı, dillere destan. Bereketiyle MİT lere konu olmuş, lezzetiyle yedi düvele nam salmıştı. Zeus’un bile eliyle işaret ettiği bu kadim topraklar şimdi içler acısı, öksüz ve sahipsiz kaldı. Ve artık köylü efendi değil, modern dünyanın kölesi oldu. İzlenen yanlış tarım politikaları bütün değerlerimizi elimizden aldı, köylümüz aç ve perişan. Gelin bu gerçeğimizi bir öykü tadında anlamaya çalışalım. *** Saçaklı üzüm asmasının altında, üç kadın oturuyordu. Elif, Ayşe, Fadime. Elif on beş yaşında, Ayşe üç aylık gelin, Fadime, genç yaşta dul kalmış bir kadındı...  Karpuz iriliğinde, sarı taneli üzüm salkımları küpe gibi sarkıyordu tepelerinden. Üzümler ha bugün ha yarın toplanacaktı. Elif iri bir salkımı eliyle öteye iterek, incecik tişörtünü alttan yukarı doğru sıyırdı. Henüz yumruk kadar olan sağ memesini avuçlarının içine aldı: *** “Bak işte Fadime Abla senin oğlanın yaptığına bak!” dedi. Meme uçlarındaki diş izlerini gösterdi: “Dişleri etime kadar battı. Kanadı bile, bu izler geçer mi abla, annem görürse öldürür ben.! diye sordu. Fadime şaşkınlık içinde: “Ay ay ay kör olma sen e mi! El kadar çocuğun ağzına memeni mi verdin? Sende hiç akıl yok mu?” “Ne bileyim abla! Hani çocukları emzirirler ya! bende nasıl bir şeymiş diye merak ettim. “Nerdeyse üç yaşına girdi, meme mi verilir çocuğun ağzına?” Taze gelin birden atladı: “Geçer kız geçer korkma ben bilirim o izleri.” Fadime: “He ya bir şey olmaz geçer, geçer emme bir daha böyle şeyler yapma.” “Tövbeeee bir daha yapar mıyım?” Ortalık vızır vızır arı kaynıyordu. Biri konuyor biri kalkıyordu üzüm tanelerine. *** Sesleri işiten köpek havlaya havlaya hışımla yanlarına geldi. Kuyruğunu sağa sola salladı, sevindi. O da usulca kuytularına sokuldu. Saçak altında kımıldayacak yer kalmamıştı. Dili bir karış dışarıda lehleye lehleye, arada bir kadınlara bakıyor, mırıldanıyor sonra başını ön ayaklarının üzerine koyup gözlerini kapatıyordu. Bir ara kuyruğu Elif’in yüzüne değdi. Elif homurdandı. Köpek Küçük bir mırıltıyla tekrar kafasını ön bacaklarının arasına alıp, öylece kaldı. Güneş tam tepede, ortalık cayır cayır yakıyordu. *** Üçü de bir gün önceden gelmişlerdi bağa: temizlik yapmış, eksik alet edevatları tespit edip Kâhya’ya bildirmişlerdi. Yarın, öbür gün buraları amele kaynardı. O zaman haylazlığa vakit bulamazlardı, bunu bilip keyfini çıkarıyorlardı. Fadime bir hesap yaptı; çok önceleri üzüm toplamaya geldiklerinde, otuz günlük yevmiyeyle Beş tane Reşat altın alırlardı, şimdi iki tane alamıyorlar. Öğle yemeklerinin çoğu, ekmek arası helva ya da kızartma, eti aylarca görmüyorlardı. Ahh imansız Hasan ağa deyip yüreklerini soğutsalar da gerçeği değiştiremiyorlardı. Bilmezlerdi Hasan ağanın ürünü artık para ermiyor. Gelen hükümetler oba altında sopa gösterip, “kuru üzümü dışarıdan ithal edersek siz hepten mağdur olursunuz, şu an bütçe buna yetiyor, seneye mahsulde inşallah telafi ederiz” diye telkinde bulunuyorlardı, daha doğrusu korkutuyorlardı. *** Hasan Ağa’nın tembihlediği gibi mazot bidonunu güneşte bırakmadılar. Tabii bütün bu işleri İdris Kâhya yapardı. İdris Kâhya yirmi yıldır Hasan ağanın yanındaydı. Kâhya dediğime bakmayın, bazen ırgat, bazen maraba, bazen bekçi... az bir paraya ne iş olsa yapardı. Gediz Irmağı; durgun ve sessiz akıp gidiyordu yanı başlarından. Cırcır böcekleri tam kadro, koro halinde ötmeye başlamış, sıcakla karışan sesler, tere batmış insanı bir kat daha yoruyordu. Bazen de rüzgâr, küçük sazlıklara girip, ince ıslıklar çıkararak uzaklaşıp gidiyordu. Uzaklarda Gediz ırmağına giren çocukların sesleri duyuldu. *** Bir keresinde balık tutmaya gelen adamlar, çantalarını unutmuş; Elif de geri döndüklerinde bulsunlar diye, çantayı iğde dalına asmıştı. İşte o zaman görmüştü Bekir’i, Bekir de onu… Hikayeleri böyle başlamıştı. Ve hala devam ediyordu. Bahar geldi miydi, iğde ağaçları çok güzel kokardı buralarda; koku Gediz’in karşı kıyılarına ulaşır, dolana dolana üzüm bağlarına yayılır, salkımları bir bir dolaşarak sanki sihirli bir iksir zerk ederdi tanelere. Gediz kıyılarında yetişen üzümlerin bu kadar lezzetli olması, belki bu yüzdendi. Fadime el aynasını cımbızını çıkardı kaşlarını yoldu. *** Ayşe gevşemiş donunun lastiğini biraz daha sıktı, Elif pür dikkat onları seyrediyordu: Fadime: “Hiç öyle bakma kız! Senin kaşların doğuştan kalem gibi, sakın şeytana uyup dokunma kaşlarına.” Dedi: “Yok be abla meraktan bakıyorum. Acımıyor mu öyle tek tek yoluyonuz!” “Acımaz olur mu?” Başını bacaklarının arasına almış, yarı uykulu köpek birden kulaklarını dikti, koca gövdesini çevik bir hamleyle kaldırıp kendini dışarı attı. Ortalık toza bulandı. Barakaya doğru hem koşuyor hem havlıyordu. Fadime: “Kör olmayasıcası köpek, toza boğdu bizi! Ne oldu ki buna böyle birden alevlendi?” dedi. Üçü birden asma ağacının altından başlarını uzatıp, barakaya doğru baktılar. Bir de ne görsünler! Ellerinde dosya, takım elbiseli adamlar ve onlara eşlik eden zabıta ve polisler…
Ekleme Tarihi: 23 Ağustos 2024 - Cuma
Cengiz Yeziz

ÜÇ KÖYLÜ KADIN

“Köylü Milletin Efendisidir” mi acaba?

Ah be koca Mustafa Kemal Paşa! Keşke köylüye kıymet verip bu kadar yükseklere çıkarmasaydın, oradan öyle bir ittiler ki; param parça oldu köylümüz. Sen yokken daha neler oldu neler: birileri senin adını kullanıp çağdaşlıkla kandırdı bizi, birileri sana dinsiz deyip çaldılar ekmeğimizi. Haa bir de suya sabuna dokunmayanlar vardı, onlarda nerde bir beleş sofra görse, çöküp yediler hepsini.

***

Bir zamanlar altın değerinde bir Manisa ovamız vardı, dillere destan. Bereketiyle MİT lere konu olmuş, lezzetiyle yedi düvele nam salmıştı. Zeus’un bile eliyle işaret ettiği bu kadim topraklar şimdi içler acısı, öksüz ve sahipsiz kaldı. Ve artık köylü efendi değil, modern dünyanın kölesi oldu. İzlenen yanlış tarım politikaları bütün değerlerimizi elimizden aldı, köylümüz aç ve perişan. Gelin bu gerçeğimizi bir öykü tadında anlamaya çalışalım.

***

Saçaklı üzüm asmasının altında, üç kadın oturuyordu. Elif, Ayşe, Fadime. Elif on beş yaşında, Ayşe üç aylık gelin, Fadime, genç yaşta dul kalmış bir kadındı...  Karpuz iriliğinde, sarı taneli üzüm salkımları küpe gibi sarkıyordu tepelerinden. Üzümler ha bugün ha yarın toplanacaktı. Elif iri bir salkımı eliyle öteye iterek, incecik tişörtünü alttan yukarı doğru sıyırdı. Henüz yumruk kadar olan sağ memesini avuçlarının içine aldı:

***

“Bak işte Fadime Abla senin oğlanın yaptığına bak!” dedi. Meme uçlarındaki diş izlerini gösterdi: “Dişleri etime kadar battı. Kanadı bile, bu izler geçer mi abla, annem görürse öldürür ben.! diye sordu. Fadime şaşkınlık içinde: “Ay ay ay kör olma sen e mi! El kadar çocuğun ağzına memeni mi verdin? Sende hiç akıl yok mu?” “Ne bileyim abla! Hani çocukları emzirirler ya! bende nasıl bir şeymiş diye merak ettim. “Nerdeyse üç yaşına girdi, meme mi verilir çocuğun ağzına?” Taze gelin birden atladı: “Geçer kız geçer korkma ben bilirim o izleri.” Fadime: “He ya bir şey olmaz geçer, geçer emme bir daha böyle şeyler yapma.” “Tövbeeee bir daha yapar mıyım?” Ortalık vızır vızır arı kaynıyordu. Biri konuyor biri kalkıyordu üzüm tanelerine.

***

Sesleri işiten köpek havlaya havlaya hışımla yanlarına geldi. Kuyruğunu sağa sola salladı, sevindi. O da usulca kuytularına sokuldu. Saçak altında kımıldayacak yer kalmamıştı. Dili bir karış dışarıda lehleye lehleye, arada bir kadınlara bakıyor, mırıldanıyor sonra başını ön ayaklarının üzerine koyup gözlerini kapatıyordu. Bir ara kuyruğu Elif’in yüzüne değdi. Elif homurdandı. Köpek Küçük bir mırıltıyla tekrar kafasını ön bacaklarının arasına alıp, öylece kaldı. Güneş tam tepede, ortalık cayır cayır yakıyordu.

***

Üçü de bir gün önceden gelmişlerdi bağa: temizlik yapmış, eksik alet edevatları tespit edip Kâhya’ya bildirmişlerdi. Yarın, öbür gün buraları amele kaynardı. O zaman haylazlığa vakit bulamazlardı, bunu bilip keyfini çıkarıyorlardı. Fadime bir hesap yaptı; çok önceleri üzüm toplamaya geldiklerinde, otuz günlük yevmiyeyle Beş tane Reşat altın alırlardı, şimdi iki tane alamıyorlar. Öğle yemeklerinin çoğu, ekmek arası helva ya da kızartma, eti aylarca görmüyorlardı. Ahh imansız Hasan ağa deyip yüreklerini soğutsalar da gerçeği değiştiremiyorlardı. Bilmezlerdi Hasan ağanın ürünü artık para ermiyor. Gelen hükümetler oba altında sopa gösterip, “kuru üzümü dışarıdan ithal edersek siz hepten mağdur olursunuz, şu an bütçe buna yetiyor, seneye mahsulde inşallah telafi ederiz” diye telkinde bulunuyorlardı, daha doğrusu korkutuyorlardı.

***

Hasan Ağa’nın tembihlediği gibi mazot bidonunu güneşte bırakmadılar. Tabii bütün bu işleri İdris Kâhya yapardı. İdris Kâhya yirmi yıldır Hasan ağanın yanındaydı. Kâhya dediğime bakmayın, bazen ırgat, bazen maraba, bazen bekçi... az bir paraya ne iş olsa yapardı. Gediz Irmağı; durgun ve sessiz akıp gidiyordu yanı başlarından. Cırcır böcekleri tam kadro, koro halinde ötmeye başlamış, sıcakla karışan sesler, tere batmış insanı bir kat daha yoruyordu. Bazen de rüzgâr, küçük sazlıklara girip, ince ıslıklar çıkararak uzaklaşıp gidiyordu. Uzaklarda Gediz ırmağına giren çocukların sesleri duyuldu.

***

Bir keresinde balık tutmaya gelen adamlar, çantalarını unutmuş; Elif de geri döndüklerinde bulsunlar diye, çantayı iğde dalına asmıştı. İşte o zaman görmüştü Bekir’i, Bekir de onu… Hikayeleri böyle başlamıştı. Ve hala devam ediyordu. Bahar geldi miydi, iğde ağaçları çok güzel kokardı buralarda; koku Gediz’in karşı kıyılarına ulaşır, dolana dolana üzüm bağlarına yayılır, salkımları bir bir dolaşarak sanki sihirli bir iksir zerk ederdi tanelere. Gediz kıyılarında yetişen üzümlerin bu kadar lezzetli olması, belki bu yüzdendi. Fadime el aynasını cımbızını çıkardı kaşlarını yoldu.

***

Ayşe gevşemiş donunun lastiğini biraz daha sıktı, Elif pür dikkat onları seyrediyordu: Fadime: “Hiç öyle bakma kız! Senin kaşların doğuştan kalem gibi, sakın şeytana uyup dokunma kaşlarına.” Dedi: “Yok be abla meraktan bakıyorum. Acımıyor mu öyle tek tek yoluyonuz!” “Acımaz olur mu?” Başını bacaklarının arasına almış, yarı uykulu köpek birden kulaklarını dikti, koca gövdesini çevik bir hamleyle kaldırıp kendini dışarı attı. Ortalık toza bulandı. Barakaya doğru hem koşuyor hem havlıyordu. Fadime: “Kör olmayasıcası köpek, toza boğdu bizi! Ne oldu ki buna böyle birden alevlendi?” dedi. Üçü birden asma ağacının altından başlarını uzatıp, barakaya doğru baktılar. Bir de ne görsünler! Ellerinde dosya, takım elbiseli adamlar ve onlara eşlik eden zabıta ve polisler…

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve manisadenge.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Diğer Yazıları

Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.