Değerli dostlar uzunca bir süredir; okuma, anlama, söyleme, dinleme konularını işleyen yazılar yazıyorum. Bu hafta da sizlere ilginç bir öyküden yola çıkarak “Ne söylüyoruz ne anlıyoruz” konusunu irdelemeye çalışacağım.
AŞIKLIK GELENEĞİ
Bizim ulus olarak en eski kültürel değerlerimizden olan “aşıklık geleneği”ni bilmeyenimiz yoktur. Bu aşıklık geleneği, saz şairlerinin ezgilerini söyledikleri ve bazılarının da köy köy, kasaba kasaba dolaşarak eskilerin “halk hikaleri” dediği öyküler anlatır, geçimini sağlardı. Bu kısa bilgilendirmeden sonra asıl konumuza o ilginç öykümüze dönelim.
***
“Zamanın birinde bir aşık, köyleri gezer öyküler anlatırmış. Yine uğradı köyün birinde öykülerinden birini, ‘Kerem ile Aslı’ öyküsünü anlatmaya başlamış. Aşık, bu köy kahvesinde kırk gün kırk gece ‘Kerem ile Aslı’ öyküsünü anlatmış. Köylüler, pür dikkatle ve merakla aşığı dinlemişler. Aşık artık öyküsünü bitirmiş, köyden ayrılma zamanı gelmiştir. Kendinden emin bir biçimde kalkar, toparlanır ve yola koyulmak üzere hazırlanırken köylüler, ‘Dur hele aşık! Anlamadığımız bir yer var!’ demişler. Aşık, şaşkın bir biçimde ‘Neyi anlamadınız?’ diye sormuş. Köylüler, ‘Merak ettik, bu öyküde Kerem kız mıydı oğlan mı?’ demişler. Aşık, bir sazına bakmış bir de köylülere! Sonra da o ünlü sözü söyleyivermiş: ‘Ben ne derim, tamburam ne der!’”
***
Evet değerli dostlar, öykümüz bu kadar. Şimdi günümüzde de benzer durumlarla karşılaşıyoruz değil mi? Hani, sıklıkla karşılaştığımız durumlar vardır: “Ay ben öyle demek istemedim!” ya da “Siz beni yanlış anladınız!” Ya söyleyenlerde bir sorun var ya da dinleyenlerde! Ya anlamak istemiyorlar ya da kimsenin işine gelmiyor! Sonra da herkes durumundan ve yaşadıklarından şikayet ediyor. Aslında söylenenler de anlatılanlar da açık. Ama bazı gerçekler çoğu kişinin işine gelmiyor. Öyle bir duruma gelmişiz ki duyarsız, umarsız, ön yargılı.
DEĞERLERİMİZİ ÇOK ÇABUK TÜKETİYORUZ
Tanımaya, anlamaya, dinlemeye önem vermiyoruz. Tanımadan tanımlıyor; bilmeden yargılıyor; anlamadan karar veriyoruz. Çünkü çoğu kişi, karşısında konuşan kişiyi anlamak için değil; cevap vermek için dinliyor. Sonuç ne? Herkes kendine göre haklı; ama mutlu ve huzurlu değil. Bir yerde bir doğru var; ama o doğru kimsenin umrunda değil. Şu sıkıntılı ve kalabalık ortamda bizi biz yapan değerlerimizi çok çabuk tüketiyoruz. Çok hızlı yaşıyor, çok kolay harcıyoruz. Asıl yapmamız gereken çok önemli işler var: emek vermek, çaba göstermek, kendimizi düzeltmek, doğruya yönelmek…
SÖZÜMÜZ DE BİR ÖZÜMÜZ DE BİR OLMALI
Bunlardan uzaklaşıldıkça iyilikleri, güzellikleri bir bir yitiriyoruz. Oysa uzakta değil o güzellikler, iyilikler, mutluluklar. Aramızda hatta yanı başımızda; ama biz yargılayıcı, savunmacı, korumacı ve ön yargılı davrandıımız için göremiyoruz, yakalayamıyoruz onları. Yapmamız gereken tüm bencilliğimizden ve ön yargılarımızdan kurtulup birbirimizi anlamaya ve dinlemeye yönelmek olmalı. Aceleci, sabırsız ve tahammülsüz davranışlardan uzaklaşıp saygılı, sabırlı, sevecen, hoşgörülü, iyiliksever davranışlar sergilemeliyiz. Amacımız yıkmak, bozmak, talan etmek değil; yapmak, yükseltmek, güzelleştirmek, düzeltmek olmalı. Sözümüzü de yüreğimizi de ortaya koyarken doğru, anlaşılır ve açıkça koymalıyız. Sözümüz de bir özümüz de bir olmalı. Dinleyen de yalnızca kulağıyla değil yüreğiyle, ruhuyla dinlemeli.
Sözün Özü
Önemli olan, söylenenin ne olduğu ya da nasıl söylendiği değil; ama söylenenin nasıl anlaşıldığıdır. Guy Hunter