Değerli dostlar, bu haftaki yazımız, iki bölümden oluşuyor. İkinci bölümünü de haftaya paylaşacağım. Bu yazı ile ilgili ilginç bir şey söyleyeyim. Aslında bu yazı, üç-dört hafta önce yayımlanacaktı. Araya bayram tatili girdi, başka nedenlerden dolayı da böyle birkaç hafta gecikmiş oldu. Gecikmesi de iyi oldu sanki. Çünkü Milli Eğitim Bakanlığı, geçen hafta Cuma günü yeni müfredatı kamuoyunun incelemesine sundu. Tabii biz de inceledik, notlarımızı aldık, gerekli değerlendirmelerimizi yapacağız.
***
Bu haftaki yazımıza dönelim. Yazımızın içeriği de başlığı da çok yıllar önce yazdığım yazılarda, katıldığım toplantılarda dile getirdiğim konulardı: “Eğitim ve Öğretim” değil; “Eğitim ve Üretim” olmalı, diyordum. Katıldığımız toplantılarda söz konusu içerikle ile ilgili ayrıntılı bilgiler verdim. Yazılarımda da sürekli dile getirdim. Son zamanlardaki yaşananlardan ve gelişmelerden sonra yine yazma gereği oluştu.
ARTIK YENİ BİR ANLAYIŞA GEÇMEMİZ GEREKİYOR
Hep “Eğitim ve Öğretim” diyoruz ya artık yeni bir anlayışa, yeni bir yönteme geçmemiz gerekiyor. Onun da adı yazımızın başlığında belirttiğim gibi “Eğitim ve Üretim”. Bu yazımızın içeriği biraz uzunca olduğundan iki bölüme ayırmak zorunda kaldım. Bu hafta ilk bölümünü, önümüzdeki hafta da ikinci bölümünü aktaracağım. Ne diyorduk? “Eğitim ve Üretim”. Artık yeni eğitim sistemi ve anlayışı “eğitim ve üretim” üzerine kurulması gerekiyor. Çünkü yaşananlardan anlaşılıyor ki günümüz eğitim ve öğretim sisteminde ne eğitim var ne de öğretim. Çocuk, öğrenci, eğitim alırken üretecek, üretime yönelik eğitim alacak. Yaparak ve yaşayarak öğrenecek. İşte bunun yolunun açılması ve bu anlayışa ve yönteme geçilmesi gerekiyor. Aslında bu uygulama çok yıllar önce vardı. Evet, vardı; “Köy Enstitüleri”nde bu, uygulanıyordu. Köy Enstitülerinde hem eğitim vardı hem de üretim.
***
İşte gerçek ve doğru eğitimin temeli, eğitirken üretebilmek; üretirken öğrenebilmek. Bakınız, yukarıda sözünü ettiğimiz bu yöntemin nasıl uygulandığını, araştırmacı yazar Pakize Türkoğlu, anılarını kitaplaştırmış. İşbankası yayınları arasında yer alan “Tonguç ve Enstitüleri” adlı eserinde çok güzel anlatmış. Birlikte okuyalım. Eserdeki bölümün adı “Köy Enstitüsü’nde Matematik Dersi…” İsmail Hakkı Tonguç, benim de öğrencisi olduğum dönemde köy enstitüsüne ziyarete gelir. Enstitünün bahçesinde dolaştığı sırada, bir sınıfın penceresinden gördükleri, onu çileden çıkartır. Gördüğü bu yer bir derslikti. Yeni alınmış cilalı masa ve sandalyelerde uyuklayan öğrenciler, kara tahta başında “kare”yi anlatan öğretmeni dinliyorlardı. Oysa derslerin böyle olmayacağını daha bir iki ay önceki eğitmen kursuna geldiğinde anlatmıştı. Yağmurlar bastırıncaya kadar içerde ders yapılmayacaktı. Özellikle matematik vb. dersler için iş alanlarında hazır ortam çoktu. Kara tahta başında kuru kuruya ders yapmayı enstitülere sokmayacaktı. Enstitü sistemi, böylesine edilgen ve yararsız bir ders yapmaya temelden karşı olacaktı.
***
İsmail Hakkı Tonguç, enstitü müdürüne ve yanındakilere dönerek: “Enstitünün ne demek olduğunu ne müdür ne yardımcısı ne de maarif müdürü hiçbiriniz anlamamışsınız. Bu iş böyle yürümez. Cehennem gibi sıcak bir yerde hem de bahçede ölçüp biçilecek, hesaplanacak birçok iş varken bile öğrenciyi bu bunaltıcı yere sokmuşsunuz, matematik öğretiyorsunuz. Öğretmenler, iş içinde ders yapmayı öğreninceye kadar kilitleyin bu sınıfların kapısını!” dedi. Daha sonra ötekilerden ayrılıp enstitü müdürü ile sınıfa girdi. Matematik öğretmen Sabit bey, öğrencilere metrekareyi öğretmekte olduğunu anlattı. Bunun üzerine Tonguç, “Bu dersi dışarda yapsak olmaz mı Sabit Bey! Bak, öğrenciler uyukluyor.” Bu öneri üzerine Sabit Bey, “Ama efendim, yazı tahtası gerekli…” deyince “Onu da alırsınız yanınıza.” diyerek niyetini açıkça ortaya koyar.
***
İki öğrenci taşınabilir yazı tahtasını omuzlayıp dışarı çıkardı. Koşarak arkadaki büyük ağacın altında toplandık. Biz ağacın altında toplanırken Tonguç, çevreyi tararcasına göz gezdirdi. “Çok işiniz var Talat Bey!” dedi enstitü müdürüne. Sonra da ağacın önündeki boşluğun ne olacağını sordu. “Orası narenciye bahçesi olacak efendim.” dedi enstitü müdürü. “Mimara böyle bilgi verildi, o da görüp uygun buldu.” İsmail Hakkı Tonguç, aldığı bu cevap üzerine “Hah, tamam işte!” dedi. Sonra da Matematik öğretmeni Sabit Beye dönerek: “Buranın ölçümünü yapın; hem de metrekareyi öğretmiş olursunuz.” Değerli dostlar, yazımızın birinci bölümünü burada bitiriyorum. Devamını haftaya verelim.
Sözün Özü: Duyarsam unuturum, görürsem hatırlarım, yaparsam öğrenirim. Konfüçyüs